Selam 27. doğum günüm.. Yazarken bi tuhaf oldu
içim. Yok artık ne yaşlanması, hayatimin en güzel olayını yaşıyorum. Bunun
bilincindeyim, ve inanılmaz keyif alıyorum. Gençlik! Ama gel görelim, kendime 27
rakamını bağdaştıramıyorum. Ben ne zaman büyüdüm?
Bağdaştıramıyorum çünkü ne çabuk geçti. Herkesin
şehri terk ettiği bizim Ankara’ya gittiğimiz dönem yaz aylarına denk gelirdi
‘90larda. Zaten yazlık çıkınca ortaya Ankara’ya gitmedik bi daha. Anneannem ve
dedem de vefat edince, çok bir anlamı kalmadı Ankara’nın benim için. Bir tuhaf
gurbetçi akını olurdu yazın. Bu arada gurbetçileri ezik gören ve küçümseyen akılsızlar
var, çok cahilsiniz keşke ölseniz diyorum.
Ankara’da geçti benim çocukluğumun yaz ayları.
Bakkala gitmeyi, bi Capri-Sun hüpletip gümletmeyi. Mahallede çocuklarla
oynamayı. Oradan Atakule de atari salonuna gitmeyi, sanırsam Dreamland olarak
geçiyordu ismi. Ne büyük zevkti.
Sabahları dedemin yaptığı cızbızı, bakkal dan aldığım
taze ekmeğe bandırıp yerdim. Cızbız dediğim olay da biberler közlenir sonra
menemen gibi yumurtayla pişirilir. Tabii hatırladığım kadarıyla daha 9/10
yaşlarında çocuktum. “Simitciiii, taze gevreklerim var simitciiiiii.” Bunu
duydum mu sevinçten takla atardım evde simit olmasına rağmen simit istiyorum
diye tuttururdum. Sonra da üzülürdüm çocuğa az para verdiler diye. Küçük bir
vicdan azabı yaşardım çünkü 5.katta otururdu anneannemler ve asansör denilen şey
yoktu bina da.
Domatesçi, hurdacı, ay-gazcı, benim alışık olmadığım
seslerdi bunlar. Ses kirliliği gibi gelse de sizlere, benim yüreğimin pır
ettiği sesler bunlar. Balkondan küçük bir sepet sarkıtılırdı aşağıya doğru ve anneannem
seslenirdi “Koy oğlum sen 3kg patates.” Mandala sıkıştırılmış parayı da daha
sonra sarkıtırdı. Patatesleri ince ince doğrar, bize patates kızartması
yapardı. Annemin valize sıkıştırdığı Hollanda’dan getirdiğimiz mayonezi ketçabı
yanına koyar yerdik. Enteresan kadındı anneannem ve gizemli bi güzelliği vardı.
Beyaz tenli ve bana uzun boylu gelirdi, şuan hatırlamasam da yüzünün bi yerinde
beni vardı.
Salonda bir duvarı kaplayan kocaman ahşap bir
dolap vardı, ortasında da televizyon dururdu. Saatlerce dolabın içinde ki o
süsleri kurcalardım bakardım. Hiç unutmadığım süs kelebekler vardı, rengarenk
dantelden işlenmiş. Yıllar sonra Roma tatilinde küçük köhne bir mağazada gördüm
o kelebeklerin aynisini. Bide salonda kocaman iki tane divan vardı. Gündüzleri
koltuk akşamları yatak olurdu bize. Aslında evin içinde çok bir mobilya yoktu,
yeşil kadifeden işlenmiş tek kişilik bir koltuk ve bir kaç eşya daha. Ama bir
sürü süs eşyası, kitapları, ilahi kasetleri vardı. Çok geniş din bilgisi vardı
anneannemin, o zamanlar üfleyip püfleyip gittiğim ev ziyaretleri aslında
tasavvuf ile tanıştığım yıllarmış. “Ne yapacak onca eşyayı” dediklerini
bilirim. Ama onların bilmediği anneannem için her şeyin bir manevi değeri vardı
yoksa eşyaya değer veren biri değildi. Zaten ne anneannemin bilgisine nede düşüncesine
erişemediler hiç bir zaman.
Öğle saatlerinde herkes çekilirdi kendi köşesine.
Sıcaktan kavrulurdu ortalık. Parka gidilmezmiş güneşin en yukarıda olduğunda,
saçma. Bende kendimce evin içinde oynardım. Bazen eve gelen kuzenlerimle bazen
mahallede ki çocuklarla yada kardeşimle. Salonun ortasına anneannem iki ip bağlardı
arasına kumaştan büyük bir bez parçası geçirirdi. Olur muydu o bize salıncak!
Alırdım elime diş macunu şeklinde bir tüp Cokokrem ve hayaller kurardım
sallanarak. Dedem genelde evde olmazdı öğlenleri. Kendisi o zamanlar emekli ilk
okul müdürüydü. Nereye giderdi bilmezdim, “Ben çıkıyorum hanim” diye seslenirdi
kahvaltıdan sonra. Herhalde kahveye giderdi. Şuan ki aklim olsaydı ısrar ederdim
beni de götür dede diye. Yada peşine takılır takip ederdim. Merak ediyorum,
kimlerle görüşür ne anlatır ne yapardı.
Evde iki balkon vardı. Bir balkondan diğerine
koşuştururdum mahalleyi gözetlerdim. İnce dar ve epeyce uzun karanlık bir hol
ile bağdaşırdı evin iki salonu ve balkonlar. Her biri o uzun koridorun diğer
ucunda. Yani benim salon dediğim arka cepheye bakan 2.salon aslında yatak odasıydı
ama orada da divanlar vardı ve biz salon olarak kullanırdık. Bide küçük bir oda
daha vardı koridorun tam ortasında. Mustafa dedem kalırdı orada, büyük dedem. Uzun
boylu, zayıf, beyaz sakalları olan ve odasından çok çıkmazdı. Güldüğünü hiç
görmedim. Yada ben hatırlamıyorum. Zaten çok görmedim hatırladığım kadarıyla
iki yaz gördüm. Sonra o oda hep boş kaldı.
Yine bize yaz tatili diyerekten, çıktık Ankara
yollarına düştük. O yaz Teoman in 17 isimli şarkısı her yerde çalıyor. Bense
daha 13 yaşında küçük bir budala. Aa ne güzel şarki diyerekten vurulmuştum şarkıya.
Muhtemelen kral tv de duymuştum. Çünkü kaset alıp müzik dinlerdik yada kral
TV’nin bize sunduğu şarkıları. Yok öyle afili Spotify anında istediğin şarkıyı dinlemek. CD olayı dahi yok o zamanlar. Tek hatırladığım anneannemin salonunda
oturuyorum ve bense ilk kez bir şarkıya aşık olmuştum. 17 olduğumda doğum
günüme bu şarki eşliğinde gireceğim diye kendimce büyük bir karar almıştım. Ama
daha ufuu koca dört sene vardı benim 17 olmama.
Şarkıyı dinlediğimde hayalimde narin, hafif
melankolik, güzel bir kız canlanırdı. Trajik bir aşk hikayesi tadında. Yıllar
geçti ve ben 17 oldum, kendime verdiğim sözü tuttum. Hatta üstünden bir 10 sene
daha geçti. Kaç senesinde çıkarmıştı Teoman bu albümü diye baktım az önce ve
şarkının asil hikayesini öğrendim. Olay 17 yaşında idam edilmiş bir gencin
hikayesiymiş. Erdal Eren. İronik geldi, gençlik en güzel şey diye bu yazıya
başlamak.
Ve asil ironi, zamanla yani biz büyüdükçe
gerçeklerin ne kadar da farklı olduğunu görüyoruz. Belki inandığımız şeylere farklı
bakmayı öğreniyoruz. Demem o ki, daha nice anılar biriktirebileceğim
keyifli senelere etrafımda ki güzel insanlarla. Bir Ankara yaparız belki bu sene.