11 Aralık 2014 Perşembe

Soyunsun gün, sarsın geceler.



Bulutlar olsun. Hayallerimi içinde saklayabileceğim.
Ya gece yada sabah olsun. Gün ortası o kadar boş ki fazla ruh yorucu.
Soyunsun gün, sarsın geceler.

Deniz olsun. Hikayemi dalgalara anlatabileceğim.
Mutsuzluğumdan mutlu olanlar kıyıya vursun. Sevdiklerim sonsuza açılsın.
Deniz de masalımsı güzelliği ile bana fısıldasın “üzülme”.

Yıldızlar olsun. Üşürsem üstümü örtebileceğim.
Nede olsa gökyüzünde boş boş duruyorlar.

Gökyüzünü dolunayın usulca gidişinden, güneşin doğuşuna kadar seyredeyim.
Gecenin serseri ruhu, sabahın sükuneti ile örtülsün.
Her hücremde hissettiğim gerçek zaman dilimi bu benim için.

Rüzgar olsun. Korkularımı uçurup uzaklara yollayabileceğim.
Usul usul estikçe saçımı okşasın. Med cezir olan ruhuma dokunsun.

Mehtap olsun. Ay vursun denize. Aydınlatsın. Umut olsun, ışık olsun, yol olsun. 
Tuz kokusuna karışmış anason koksun. O kadar susadım ki gerçeklere.

Mavi olsun, özlediklerimi içinde görebileceğim. Mavi şiirdir.
Mısralar dolusu hiç okumayacağım kadar. Ama kafamın içinde tüm notaları duyabildiğim.

Her şeyden biraz olsun, ama en çokta aşk olsun. Tadını damağımda hissedebileceğim. 
Kanımda dolaştıkça beni kendine sarhoş edebilecek kadar. 
Büyük bir aşk.


Olsun.

21 Ekim 2014 Salı

On yedi



Selam 27. doğum günüm.. Yazarken bi tuhaf oldu içim. Yok artık ne yaşlanması, hayatimin en güzel olayını yaşıyorum. Bunun bilincindeyim, ve inanılmaz keyif alıyorum. Gençlik! Ama gel görelim, kendime 27 rakamını bağdaştıramıyorum. Ben ne zaman büyüdüm?

Bağdaştıramıyorum çünkü ne çabuk geçti. Herkesin şehri terk ettiği bizim Ankara’ya gittiğimiz dönem yaz aylarına denk gelirdi ‘90larda. Zaten yazlık çıkınca ortaya Ankara’ya gitmedik bi daha. Anneannem ve dedem de vefat edince, çok bir anlamı kalmadı Ankara’nın benim için. Bir tuhaf gurbetçi akını olurdu yazın. Bu arada gurbetçileri ezik gören ve küçümseyen akılsızlar var, çok cahilsiniz keşke ölseniz diyorum.

Ankara’da geçti benim çocukluğumun yaz ayları. Bakkala gitmeyi, bi Capri-Sun hüpletip gümletmeyi. Mahallede çocuklarla oynamayı. Oradan Atakule de atari salonuna gitmeyi, sanırsam Dreamland olarak geçiyordu ismi. Ne büyük zevkti.
Sabahları dedemin yaptığı cızbızı, bakkal dan aldığım taze ekmeğe bandırıp yerdim. Cızbız dediğim olay da biberler közlenir sonra menemen gibi yumurtayla pişirilir. Tabii hatırladığım kadarıyla daha 9/10 yaşlarında çocuktum. “Simitciiii, taze gevreklerim var simitciiiiii.” Bunu duydum mu sevinçten takla atardım evde simit olmasına rağmen simit istiyorum diye tuttururdum. Sonra da üzülürdüm çocuğa az para verdiler diye. Küçük bir vicdan azabı yaşardım çünkü 5.katta otururdu anneannemler ve asansör denilen şey yoktu bina da.

Domatesçi, hurdacı, ay-gazcı, benim alışık olmadığım seslerdi bunlar. Ses kirliliği gibi gelse de sizlere, benim yüreğimin pır ettiği sesler bunlar. Balkondan küçük bir sepet sarkıtılırdı aşağıya doğru ve anneannem seslenirdi “Koy oğlum sen 3kg patates.” Mandala sıkıştırılmış parayı da daha sonra sarkıtırdı. Patatesleri ince ince doğrar, bize patates kızartması yapardı. Annemin valize sıkıştırdığı Hollanda’dan getirdiğimiz mayonezi ketçabı yanına koyar yerdik. Enteresan kadındı anneannem ve gizemli bi güzelliği vardı. Beyaz tenli ve bana uzun boylu gelirdi, şuan hatırlamasam da yüzünün bi yerinde beni vardı.

Salonda bir duvarı kaplayan kocaman ahşap bir dolap vardı, ortasında da televizyon dururdu. Saatlerce dolabın içinde ki o süsleri kurcalardım bakardım. Hiç unutmadığım süs kelebekler vardı, rengarenk dantelden işlenmiş. Yıllar sonra Roma tatilinde küçük köhne bir mağazada gördüm o kelebeklerin aynisini. Bide salonda kocaman iki tane divan vardı. Gündüzleri koltuk akşamları yatak olurdu bize. Aslında evin içinde çok bir mobilya yoktu, yeşil kadifeden işlenmiş tek kişilik bir koltuk ve bir kaç eşya daha. Ama bir sürü süs eşyası, kitapları, ilahi kasetleri vardı. Çok geniş din bilgisi vardı anneannemin, o zamanlar üfleyip püfleyip gittiğim ev ziyaretleri aslında tasavvuf ile tanıştığım yıllarmış. “Ne yapacak onca eşyayı” dediklerini bilirim. Ama onların bilmediği anneannem için her şeyin bir manevi değeri vardı yoksa eşyaya değer veren biri değildi.  Zaten ne anneannemin bilgisine nede düşüncesine erişemediler hiç bir zaman.  

Öğle saatlerinde herkes çekilirdi kendi köşesine. Sıcaktan kavrulurdu ortalık. Parka gidilmezmiş güneşin en yukarıda olduğunda, saçma. Bende kendimce evin içinde oynardım. Bazen eve gelen kuzenlerimle bazen mahallede ki çocuklarla yada kardeşimle. Salonun ortasına anneannem iki ip bağlardı arasına kumaştan büyük bir bez parçası geçirirdi. Olur muydu o bize salıncak! Alırdım elime diş macunu şeklinde bir tüp Cokokrem ve hayaller kurardım sallanarak. Dedem genelde evde olmazdı öğlenleri. Kendisi o zamanlar emekli ilk okul müdürüydü. Nereye giderdi bilmezdim, “Ben çıkıyorum hanim” diye seslenirdi kahvaltıdan sonra. Herhalde kahveye giderdi. Şuan ki aklim olsaydı ısrar ederdim beni de götür dede diye. Yada peşine takılır takip ederdim. Merak ediyorum, kimlerle görüşür ne anlatır ne yapardı.

Evde iki balkon vardı. Bir balkondan diğerine koşuştururdum mahalleyi gözetlerdim. İnce dar ve epeyce uzun karanlık bir hol ile bağdaşırdı evin iki salonu ve balkonlar. Her biri o uzun koridorun diğer ucunda. Yani benim salon dediğim arka cepheye bakan 2.salon aslında yatak odasıydı ama orada da divanlar vardı ve biz salon olarak kullanırdık. Bide küçük bir oda daha vardı koridorun tam ortasında. Mustafa dedem kalırdı orada, büyük dedem. Uzun boylu, zayıf, beyaz sakalları olan ve odasından çok çıkmazdı. Güldüğünü hiç görmedim. Yada ben hatırlamıyorum. Zaten çok görmedim hatırladığım kadarıyla iki yaz gördüm. Sonra o oda hep boş kaldı.

Yine bize yaz tatili diyerekten, çıktık Ankara yollarına düştük. O yaz Teoman in 17 isimli şarkısı her yerde çalıyor. Bense daha 13 yaşında küçük bir budala. Aa ne güzel şarki diyerekten vurulmuştum şarkıya. Muhtemelen kral tv de duymuştum. Çünkü kaset alıp müzik dinlerdik yada kral TV’nin bize sunduğu şarkıları. Yok öyle afili Spotify anında istediğin şarkıyı dinlemek. CD olayı dahi yok o zamanlar. Tek hatırladığım anneannemin salonunda oturuyorum ve bense ilk kez bir şarkıya aşık olmuştum. 17 olduğumda doğum günüme bu şarki eşliğinde gireceğim diye kendimce büyük bir karar almıştım. Ama daha ufuu koca dört sene vardı benim 17 olmama.

Şarkıyı dinlediğimde hayalimde narin, hafif melankolik, güzel bir kız canlanırdı. Trajik bir aşk hikayesi tadında. Yıllar geçti ve ben 17 oldum, kendime verdiğim sözü tuttum. Hatta üstünden bir 10 sene daha geçti. Kaç senesinde çıkarmıştı Teoman bu albümü diye baktım az önce ve şarkının asil hikayesini öğrendim. Olay 17 yaşında idam edilmiş bir gencin hikayesiymiş. Erdal Eren. İronik geldi, gençlik en güzel şey diye bu yazıya başlamak.


Ve asil ironi, zamanla yani biz büyüdükçe gerçeklerin ne kadar da farklı olduğunu görüyoruz. Belki inandığımız şeylere farklı bakmayı öğreniyoruz. Demem o ki, daha nice anılar biriktirebileceğim keyifli senelere etrafımda ki güzel insanlarla. Bir Ankara yaparız belki bu sene.

29 Eylül 2014 Pazartesi

Sosyal medya tipleri




Dedikoducu teyze. Şak! Şak! Beyaz bir bidon fotoğrafı yüklenir internete. Altına da “Bu kış da turşularımızı hazırladık” yazısı geçilir. Aksam üstü de yaptığı kuru fasulyenin, su böreğinin fotoğrafını yükler. Bu ritüel sabah devam eder, komşuları çağırdığı kahvaltı masası ile. “Poğaça yaptık kız hadi koş gel.” Ay canim benim bir yemekler filan uçuşuyor havada, sanırsın ki michelin yıldızlı aşçı. Ne yiyorsa ne içiyorsa paylaşılır facebook’ta. Yeter be teyze. Üstelik bu tiplerin yazma şekli de bir farklı oluyor. Türkçe desem Türkçe değil. Şive desem oda değil. “Gizim laa pide yeyik.” tarzında bir cümle okudum geçenlerde var mi ötesi yahu. Ne diyorsun teyze? Ve en önemli detay, müthiş fesat dedikodu yapan tiplerdir. Böreği yedirir ama lafı da eksik olmaz. Lütfen git Türkçe dil kurumuna başvur ilk olarak sonra evinde otur böreğini pişir. Ve diline sahip çık.

Spor manyakları. Tamam bebeğim güzelsin anladık. Ama sadece fit vücut bir yere kadar. Sağlıklı beslenme adına instagram’a yüklenen fotoğraflar midemi acıtıyor resmen. “Late night snack” deyip bir kase yoğurda serpiştirilmiş çikolata kırıntıları gördüm. Ben o kırıntıları paketi acarken yutuyorum. Arada bir adana kebap da lazım bu bünyeye benden söylemesi. Zaten bir yerden sonra kafa gidiyor bu tiplerde. Muhtemelen yenilen çiğ brokolilerden. Profiline baktın mı, sqaut yaparken, şınav çekerken veyahut ağırlık çalışırken pozları vardır sadece. Ve en önemlisi aynadan çekilen çıplak vücut pozları. Dışarı çık biraz gez, ufkun acilsin, arkadaş edin bari. O protein kafayı biraz boşalt. İyi gelecektir yavrum.

Özlü söz hastaları. Bıktım yahu sizin yaranızdan. Amma yaralısınız be arkadaşım. Sürekli birilerine laf sokmalar, kendilerini temize aklamalar. Paylaştıkları sözler de o kadar zavallı ki resmen bünyeme zarar. Neyse ki sebastian ve baadin geldi de biraz şenlendi ortalık. Zaten bu tipler dünyanın en talihsiz insanıdır. Ne kadar dert problem varsa bunları bulur güya. Işın asli birer ruh hastası oldukları için, kendileri ortalığı karıştırır. Sonra da ileti olarak facebook’a: “Sözlerin büyük yüreğin küçük yanlışların çok doğruların yok kendine göre şanslısın bana göre zavallısın” yazılır. Öööörk midem bulandı, durdurun dünyayı bu kişileri atmam lazım gezegenden. Sus sus bir şey paylaşma.

Partici kızımız. Sürekli kopuşlarda qeyiffflerde. Fotoğraflarda elinde hep bir bardak görürsün. Şarap bardağı, bira bardağı yeter ki elinde bir cam parçası olsun. Avizeye abanacak utanmasa. Sanırsam gece uyurken de serum taktırıp alkol alıyorlar. Her mekanın tuvaletinde fotoğrafı vardır, özellikle yan durup kıçını kadraja sığdırma potansiyelleri yüksektir. Çok eğleniyorum ulan hayat çok güzel, çatla patla İsmail benden ayrıldığına seni pişman edeceğim kafasında yaşıyorlar. Zaten 1240 takipçisi vardır, herkes ile arkadaştır. Yok sadece arkadaş canim, tabii tabii. Ve en önemlisi paylaştığı her şey eğlenceli gözükse de sakın aldanmayın aslında acı doludur içi.

Ajanlar. Hepimizin listesinde var bu tipler. Ne bir şey like eder ne bir yorum yapar nede bir şey paylaşır. Ama emin ol senden aktif kullanmakta hesabını. Ve en çokta bu apaçiler yemektedir internetin ekmeğini. İki tane uzaktan çekilmiş fotoğrafı var yok profilinde. Oda bulanıktır banko. Ama Ayse Mehmet’in fotosunu like etmiş, kim kiminle ortak arkadaş, şu şuraya gitmiş, bu bunu yapmış. Allaaah hepsini bilir. Sil gitsin, durma arkadaş.

Bay papyon. Huhuu en eğlenceli profil. Nerden mi tanırsın? Profil fotoğrafı hep aynıdır bu adamların. Smokin, papyon ve arka fon da muhakkak bir yalıda yada otelde Boğaz’a karşı çekilmiş düğün fotoğrafı. Yanında ki kızı –muhtemelen eski sevgilisi- kesip kırpmıştır. Büyük aşk yaşayıp ayrılıp kendini sosyal medya ya veren insanlar bunlar. Yapmayın arkadaşlar, ilişki durumunuz paralel gitmesin sosyal mecralarınız ile. Elinde puro ile çekilmiş fotoları vardır localarda. Ama insani hiç şaşırtmazlar, dört mevsimlik herifler. Yazın Bodrum’da beachlerde, kişin kayak tatilinde sıcak şarap kestane. Evlenince de elini ayağını çekip yok olan tipler. Kısacası; “Sen yaşıyor muydun ya.” diyen kişiler bunlar.

Züğürt sosyete. Sokaklarda Gucci mağazası önünde fotoğraf paylaşanlar. Var cidden böyle insanlar. Sanki mağaza babasının yeri. Check-in yapıp x mekandayım diye hava atanlar. Tamam baba git gez paran yoksa sadece çay bahçesinde oturacaksın diye bir şey yok. Elbette bir kahve ısmarlayıp neymiş ulan bu mekanın havası diye gidip görmelisin. Ama gelip kendine facebook’ta canim bizim kanımız asil kan, biz 7 kuşak babadan zenginiz havası verme. Bu tipler sadece boydan fotoğraf paylaşır. Gösterecek illa kıçını başını, parasını biriktirip indirimden aldığı çakma çantasını. Duck face milli sembolleridir. Ve iğrenç giyinirler ama kendilerini moda ikonu zannederler. Allah yardımcın olsun kızım, he he bulursun umarım zengin kocayı. Baba ocağına dönecek her zaman otobüs paran olsun kenarda kösede unutma olur mu.

Çakma delikanlı. Sürekli bir kendini mert göstermeler. Bu mert göstermeler de sadece pozdan ibaret. Yoksa yaptığı bir şey yok futbol izlemek dışında. Pozlar da ayni, renkli gömlek düğmeler yarıya kadar acık, sert bir bakış ve daima efkar sofrası eşliğinde. Ayrıca arabada da muhakkak pozları vardır direksiyon başında. Yemediği nane yapmadığı puştluk kalmamıştır ama arada millet beni adam sansın diye “Arkadaşlar aramızda bazı şerefsizler var ayaklarını denk alsınlar bacılarımızı rahatsız etmesinler.” gibi bir şeyler saçmalarlar. Ama dürtmedikleri mesaj atmadıkları profil yoktur. Yok annem yok, yemezler içinde ki psikopat canavarı biliyoruz biz.

İnternetin fenomeni komşu kızı Kezban. Kabul ediyorum hatta bende beğenerek bakıyorum fotoğraflarına. Bildiğin taş hatun. Ama acı gerçek farklı ve büyük hayal kırıklığı. Fotoğraflarda 1.80cm dururken kız bildiğin 1.50cm yok. Nasıl beceriyorsunuz bacım? Bana da taktik verin boyum bari fotoğraflarda uzun gözüksün. Peh! O kadar silik ve çirkin ki hatun sümüğünü sürmezsin. Ama internette fenomen olmuş, almış başını gitmiş. Bir pozlar filan, pozlarda bildiğin vamp ötesi. Kate Upton de yok öyle iddialı pozlar. Fotojenik diye bir olay var ve kabul ediyorum doğruymuş. Kız Kezban hadi yine iyisin.

Asil olay insanların nasıl oldukları değil, ama nedir bu kasıntı anlamadım. Sosyal Medya’yı çok başarılı bir şekilde kullanan arkadaşlar da var. Gerek iş için gerek kendi eğlencesi yada arkadaş çevresi için. Mecrayı doğru kullanan güzel şeyler ekler hayatına. Diğerleri de naneleri yer sonra da mecraya bok atar.

Tanıdık geldi mi bazı şeyler kuzum?

22 Ağustos 2014 Cuma

Yatak, yemek ve Harvey Specter.

Şimdi eşim dostum beni hasta sanıyor yastayım hiç kimse bilmiyor. Şaka şaka diyeceğim, ama durum daha da kötü. Hastayım ve dostlarım beni arayıp sormuyor. Annem, babam kardeşlerim dahil. Ayrıca bünyem o kadar bozuk ki, Ferhat Göçerin şarkisini mırıldanıp duruyorum. Yok adam belki çok sağlam müzisyendir ama ben bilmiyorum, dinlemiyorum. Nerden yerleştiyse bilinç altıma. Diyorum iste hastayım kimse inanmıyor. Yoksa Ferhat Göçer dinleyebilecek duygusallık yok bende. Yok yastaymış ama dostları bilmiyormuş hasta sanıyorlarmış, kızı bile varmış ve evliymiş sevmediği bir kadınla. Piç ya niye evlendin o zaman. Vesaire filan neyse.

Yazın ortasında millet bikinisini giyip happy hour saatlerinde zıplarken, ben grip olmuş yatıyorum. Grip mi oldum onu da bilmiyorum, burnum akmıyor yani ama ayağa kalktığım an beynim akıyor, dünya dönüyor. Kaburgalarımın arasına bıçak saplanıyor gibi ve en kötüsü iştahım fil gibi. Dünyaları yedim şu iki günde. Sucuklu kaşarlı tostlar, çorbalar, hektarlarca çay, Nutella arası ekmekler. Nutella arası evet. Bir dilim ekmeğe yarım kavanoz Nutella gidiyor çünkü. Ögrkk midem bulandı demeyin ve hasta bir insanın iştahı sıfır olmalı da demeyin. Benim bünye doğuştan iki kişilik olduğu için her zaman tavan yani. 

Ateşim var mi onu bilemeyeceğim. Malum kimse arayıp sormuyor, ateşimi ölçende yok. Dimi annneee! Hani okursan yazıyı belki vicdan yaparsın. Ayy hasta olunca da hiç çekilmiyorum. Kadıncağız zaten haftada 60 saat çalışıyor. Bende de bir nazlar bir çocuksu hareketler. Ama ihtiyacım olan bu, bir çorba getirenim bir ateşimi ölçenim, aa canim gel film izleyelim neşen yerine gelir diyenim. Yok arkadaş yok. Bu arada acayip nankör oluyorum hasta olunca şuan fark ettim. Dün akşam hadi hazırlan çıkıyoruz kendine getireceğiz seni diyen arkadaşlar. Sabah “Nasıl oldun lan” diye mesaj atan antenime(kod ismi Anten). Seviyorum sizi.

En son üç sene önce hasta olmuştum. En sevdiğim özelliklerimden biri, bünyem domuz gibidir. Ama işte arada bir yakalanıyorum bende hastalığa. Üç sene önce de kendimi böyle kitlemiştim. Gripten değil sanırsın yalnızlıktan ölmek üzereydim. Kendimi hiç öyle kötü hissetmemiştim. Sanki kolumu testereyle kesmişlerde öylece zalimce bırakmışlar gibiydim. Yaralı yavru ceylan gibi günlerce yattım o yatakta. Gerçekten şimdi tekrar hatırlayınca üzüldüm o halime. Sevgili babuşka’m bana tarhana çorbası yapmıştı. İykk o neydi kızım öyle tarhana tarlasını yiyeydim daha lezzetli olurdu, ama içinde ki sevgi mis mis. Unutmadığım şeylerden biri yani. Sağol babuşka! O kendini biliyor. Ve buz adam’dan gecenin yarısı gelen “nasıl oldun” mesajı. Şuan dejavu oldum gibi tekrar yatak döşek düşünce. Bazı şeyler unutulmuyor.

Bu arada Allahım sen koru kimseye ağır, şifası olmayan hastalık verme. Bak ilik donor’u bile oldum aslında okadar da bencil biri değilim. Hatta organlarımı da bağışlamayı düşünüyorum. (Ay günah kızım Allahın verdiğini dırdırdır... diye bana etik, her şeyin doğrusunu bilen Müslüman kesilip tartışma açmayın.) Daha araştırıyorum ama yapacağım bir güzellik. Sahibinden tertemiz dalak. Hehehe esprilerim bile berbat. Allahım hemen iyileşmek istiyorum. 

İki gündür Suits izlemekten kendimi avukat sanmaya başladım. Hatta her an Harvey Specter kapımı çalacak, bir anlaşma yapmaya gelecek gibi hissediyorum. Onun karşı konulmaz karizmasına karşı koyup duman edeceğim Harvey Specter’i filan. Oof fena kitledim kendimi. Yatak, yemek ve Suits. Hasta olmasaydım güzel bir üçlü olurdu. Ve emzik misali elimden düşmeyen telefon. Saçma sapan kişilere kitledim vakit kovalamaca olsun diye.

Benim bir an ayağa kalkıp sosyal hayata dönmem lazim. Yoksa fena. 
En kötüsü daha tatile gidecektim ben yeaaaaa.

Aslında en büyük sorunum neye ihtiyacım olduğunu söyleyememek.

-Anne gel bir çorba yap bana.

1 Ağustos 2014 Cuma

Hayaller gardırobu



Bir gardırop düşün. Walk-in closet de olabilir madem hayal kuruyoruz biraz afili olsun. Ama tüm sevdiğin kıyafetler orada. Harikulade bir şekilde düzenlenmiş. Keten kumaş pantolonlar, ipek gömlekler. Renk renk kazaklar. En güzel kumaşlardan dikilmiş elbiseler. Çeşit çeşit ayakkabılar. Alice in Wonderland duygusu oluştuğunu düşün her dolabı açtığında. Aşk da böyle bir şey. (Aşk’ı benim gibi tanımlayanda olmamıştır kesin. Manyak mısın kızım millet kelebeklerden bahsediyor fini fini, sen gelmiş yok kütük yok dolap diyorsun.) Sığmayanı sokmaya çalışıyorum hayallerime. Olmayanı deniyorum, istiyorum. Belki iki kere zor giyeceğim bir ayakkabıya maaşımı yatırıyorum ama gidip alıyorum.

Giydirmeye çalışıyorum, eviriyorum çeviriyorum. Ters düze edip bir şekilde olması için uğraşıyorum. Yok olmuyor, ama illa sığdırmam lazım.

Yenilgiyi kabul edemiyorum, belki de bu yüzden uzatıyorum. Yok illa olacak. Kafaya koydum mu benim olacaksın bebeğim! Her şeye bir kulp bulmakta üstüme yoktur, eksikleri hataları görmekte gibi. Anında hop diye görürüm. Zaten Allah bir göz vermiş bana, bide radar yerleştirmiş beynime anında tehlikeyi seziyorum. Bu işin içinde bir sakatlık var diyorum cumburlop üstüne atlıyorum. Atlıyorum, çünkü akıllı insan kaçar ama ben tersini yapıyorum. Neyse ki özeleştiri yapabiliyorum, kendimi görüyorum yani canlar siz yormayın kendinizi. Bide kendimi değiştirmek zaman almasa..
                                                                                                                             
Ya bir kere 34 beden pantolonu 38 beden kıçıma niye sığdırmaya çalışıyorum ki? Bu arada lafın gelişi, 36 bedenim taaaam mi! Giy iste bedenine uygun. Yok zaten bir tikim var 36 dar mi geldi dünyanın en güzel kot pantolonu olsun almam yine de. Dur ya aliyim belki zayıflarsam, yok yok belki değil kesin kilo vereceğim o zaman giyerim. Diye aldığım kıyafetlerim çok oldu. Zorla giydirmeye çalıştığım şeyler, yanıma zorla yapıştırmaya çalıştığım kişiler, hep kıçımı açıkta bıraktılar. Hayır yok olmuyor, giyme, bazı şeyler askıda güzel.

Belki de en güzeli sığmasa da benim olsun istemem. En güzeli mi dedim? Neresi güzel bu işin? Aliyim dolabımda dursun giymesem de arada bakar bakar iç çekerim. Benim olduğu için sevinir ama giyemediğim için üzülürüm. Bu nasıl bir manyaklık arkadaşım, melankolizm dorukta ufuuu. Yıllarca niye zorladıysam. Bu kafayla niye yaşadıysam. Daha doğrusu nasıl yaşamışım.

Bunu elde edince anladım..

Bir yerden sonra bakmıyorsun bile. Bu işin mutluluğu uyuşturucu bağımlısından farksız. Kafa high bir şekilde o tutkunun peşinde koşmakmış benim zevk aldığım. Bebeğim bana iyi gelmiyorsun ama yine de seni istiyorum kafasi. Modası geçti. Yanıp tutuştuğum almak için çıldırdığım, ay yok istemem diye burun kıvırıyorum.

Somut bir örnek üzerinden anlatayım. Aldığım Isabel Marant’lar ayağımı sıktı. Ne nalet bir ayakkabıymış, tüm gün zor yürüdüm. Gerçi görünüşü hoşuma gidiyor. Ama inat ettim öleceksem gururlu bir şekilde gladyatörler gibi ölmem lazım diyerekten her attığım adımda ayak parmaklarım biraz daha öldü. O tatlı yaz yağmurunda yürümeği seven ben. Yarım saat yağmurun dinmesini bekledim. Ayaklarımı öldüren ayakkabıya kıyamadım, simdi ıslanacaklar filan ufuu. Ayakkabıları çıkarıp yalın ayak yürümeyi düşündüm gerçi. Ya ben ne ara böyle bir insan oldum ayakkabı derdine düşecek? Başlarım öyle ayakkabıya yürü iste yalın ayak mis gibi yaz yağmurun altında. Hiii ayakkabı diyorduk dimi? Valla en son onları çatı da bir yerde gördüm.

Aslında keyifli de gelmiyor değil bu tarz saçma şeylere kitlemek kendimi. Uğraşmıyorum dertler ile. Bildiğin gülüyorum, kahkaha patlatıyorum. Keyif alıyorum ya var mi ötesi? Bir ara emekli memur teyzeler gibi olmuştum, bir ciddiyet bir tripler. Aduuket diye her an bir trip atıyordum çevreme. Olayı çözdüm ki sanırsam.

Yakışmadı, yakıştırmak önemliymiş.

Huyunu suyunu değiştirmek yada bana uydurmak gibi bir çaba sarf etmiyorum. Açıkçası zorlamıyorum. Bana iyi gelmiyor mu? Güle güle bebeğim. Olduğu gibi yüreğime koymak istiyorum. Sevip sarmak. Yakışmıyorsa da, uymuyorsa da yakar giderim. Yani buraya kadarmış canim deyip barışçıl zeytin dalı uzatıp, nobel ödülü verecek değilim. Ortalığı yakmasam da bir laf sokarım illa. Yaaaniiii.  

Halen arada hayaller gardırobumun kapağını açıyorum, elbiseyi hayal ediyorum, firil firil bedenimi sardığını tenime değdiğini düşünüyorum. Sonra usulca kapatıyorum kapağını dolabın...


Bu arada yukarıda ki listeye güzel bakımlı sakal eklemeyi unutmuş Tomcuğum. Sakal diyorum Tom, nasıl unutursun.



3 Haziran 2014 Salı

Golden halalar


Dıdııdıdıdı geldik en güzel hayat mevzularımdan bir tanesine, halalarım! Bir iki üç! Üç tane halam var. Annem ve babam hep çalıştıkları için halalarım büyüttüler beni. Ama konu benim küçüklüğüme gelince, ki muhakkak hep benim boklu gezdiğimi yada evden kaçıp gittiğimi beni karakoldan topladıklarını dile getirirler her muhabbette. “Ay kız seni biz büyüttük” derler. Kardeşim, bir kere ben niye boklu geziyordum? Değiştirseydiniz altımı yazık değil mi bana. İkincisi el kadar çocuğum, 4 yaşında evden gitmeler filan. Ya böbrek mafyasının eline düşseydim? Madem bakıyorsunuz güzel bakin, hih! Biz baktık büyüttük derler ama asil olan babaannem ve ortancı halam bakıp büyütmüştür. Yiğidi öldür, hakkini yeme.

Bildiğin sitcome’luk malzeme çıkar halalarımdan, golden girls'in upgrade olmuş yerli Türk versiyonu desem az demiş olurum. Yok bildiğin tamamen yeni karakter tiplemeleri ve senaryo çıkar.

Çok güzel yıllarım geçti halalarımın ve babaannemin yanında ama geldik 26 yaşımıza. Oturduk beş çayına. Ki bizde beş çayına oturulmaz öyle, hadi oturalım diyerekten. Önce dünyanın işi yapılır. Ben üşengeçlikten ölürken halalarım atom ant gibiler. Sabah 6’da kalkıp temizliğe başlarlar. Ay bir cam silme dur bir poğaça açayım heh bahçeyi de süpürim derken ben yeni uyanıyorum “Günaydın dünya” diyerekten. Bir insan hiç mi çekmez halalarına? Bu arada, küçük hala sen işten sürekli kaytarıyorsun kimse fark etmese de benden kaçmaz!

Beş çayı diyorduk dimi? İlk önce ev bir baştan aşağı indirilir temizlenir aklanır paklanır yemekler yapılır, arada bir alışverişe gidilir oradan markete uğranır. Börek çörek, hiç fark etmiyor elbet bir şey açılmalı. Hamur üstadı ya bizimkiler sonra da Vedat Milör misali yorumlar yapılır. “Tuzu mu az olmuş?” “Ben demiştim sana 2 çay kaşığı tuz koymalıydın diye.” Sonra oturulur o bes cayina. Hani değil oturmak yorgunluktan yarı ölü yarı diri bir şekilde bayılmışım.

Oturduktan sonra kendi aralarında kaçta kalkacaklarını konuşurlar. Ne oluyor ya ne konseyi bu diye sakın paniğe kapılmayın, akışına bırakın. Bir yere gitmeden kaçta dönüleceğine dair hesaplar uçuşur. Gerçi hesaplar hiç bir zaman tutmaz. Muhabbetin en keyifli yerinde büyük halam atılır söze: “Ay kalkalim 10 dakika sonra.” “Yok yarım saat sonra kalkarız.” diye cevap verir küçük halam. Ve hep tam saatlerde gidilir. 8’i 10 dakika geçeyi kalktıklarını bilmem. Ya buçukta yada 9da. THY bu kadar dakik değil, ufuu hiç zengin değil kalkışlarınız.

Beş çayı diyorduk dimi? Bir çay içemedik arkadaş. Ortancı halam fiks lafını koyar ortaya. “Aaah bir evlensen bizde şöyle giyinip süslenip gelsek düğününe, senin de mürvetini görsek. Ahh bak Mürsel’in kızı da evlendi geçenlerde senden küçük üstelik. Ayrıca burnu da büyük, parası mı yok kızcağızın yaptırtsın.” Vitvitvit o an bende yayın kesiliyor. Tamam lan everin beni koca bulun mu desem yoksa ayy yok aşk evliliği yapacağım mı desem kısmetimi bekliyorum mu desem yoksa ben evlenmeyeceğim mi desem, ne desem bilemediğim için. “Hayırlısı be hala” deyip geçiştiriyorum. Yok iyi ki bende yayın kopuyor yoksa muhabbetin sonunda bileklerimi kesip dayanamadı gitti diye başlık atacaklar. Olmayan kocadan bıktım yahu!

Büyük halam atılır söze, “Yok mu kız görüştüğün biri?” “Yok hala.” “Doğru söyle bak.” “Cidden yok hala.” “Bak görüyor musun zamane gençlik okusun gezsin ama yok kocaymış yok evlilikmiş yok annem yok. Ayni benim kızlarım gibisin sende.” Muhakkak kendi kızlarına çevirir her olayı. Ay benim kızlarım güzel ay benim kızlarım akıllı. Ya Allah var yeğenlerim de cidden güzel ve akli başında. Aile ‘de güzellik var ama çalışan akıl bulmak bir nebze daha zor. Kime çektiyseler artık. Ama demek istediğim şu, yeğenlerim bu kadar alçak gönüllüyken yeter be hala! Ooyff. Ve ooyff demişken, facebook’ta paylaştığın her şeyi zorunlu layk ettirmesen? Oy benim çalışkan hamarat halam.

Ortancı halam banker Bilo’nun dürüst siyasetçi Ecevit karışımı gibi bir şey. Yürüyen adalet bankası yahu. Hem siyaset hem ekonomi muhabbeti arada bir kaç din dersi de verir. Ansiklopedi gibi kadın. Siyasette yaşanan tüm olayları bilir, arka planda olan şeyler dahil. Acaba içinde paralel devlet mi barındırıyor dedirtiyor bazen. Futbol dan da Erman Toroğlu’ndan daha fazla anlıyor. Ah hala elinde ki o sari bezi bırakabilseydin senden çok büyük bir adam olurdu tarih yazardın ama yok mu şu temizlik malzemeleri ev işleri. Sari beze son!

Küçük halam, geldik gözümüzün nuruna ailenin beyni. Onun fikri alınmadan bir şey yapılmaz, sofra kurulmaz. Zevklidir hamarattır, bir tasarım harikasıdır. Büyük halamın sarmaları şişko şişko dolma mi sarma mi ayırt edemiyorum bazen. Küçük halamın sarmaları ince narin Safinaz gibi. Ağzına atmaya kıyamıyor insan. Bir üstün zeka bir kıvrak dil, pat diye koyar lafını öylece süper yerleştirir. Hep oradaymış o laf sanırsın. Ama icraat? Yok yok. Gerçi benim de iki tane ablam olsa evin içinde vızır vızır uçuşan bende ayak başparmağımı kaldırmaya üşenirdim. Yok yahu nefes almaya üşenirdim resmen.

Hepinizi çok seviyorum uhu uhu beni ben yapansınız! Boklu gezmeyeymişim daha iyi olurmuş ya neyse. Beş çayına beklerim gelin canim halalarım!

çay?


Bu hikaye tamamen hayal ürünüdür. Kişiler ve isimler değiştirilmiştir. he he tabii.